Emlakbroker.com ekibi olarak haftanın belirli günlerinde sizlere, emlak işinin inceliklerinden ziyade daha sosyal içerikli makaleler paylaşmaya çalışıyoruz. Bugünkü makalemizde de yine emlak sektörü ile ilgili farklı bir konuya değineceğiz. Konumuz emlak endüstrisinden çevreye ve doğaya yansıyan olumlu, olumsuz etkiler olacak. Her konuda olduğu gibi bu konuda da hassasız.
Yavaş ama emin adımlar ile ilerlemeye devam eden bir ekonomi içerisinde sektör uzmanları, yerel gayrimenkulün içinde bulunduğumuz 10 yıllık dönemin ardından yıllık yüzde 6-7 büyüme göstereceğini öngörüyorlar. Müşteri talebinin sürekli olması, güçlü bilişim teknolojilerinin gelişmesi ve uygun demografik yapıların var olması, emlak sektöründeki bu büyümeyi destekliyor. Ancak gelişmenin devam etmesini sağlamak için aynı zamanda bu işin doğru yapılması adına bazı temel endişelerin de giderilmesi gerekiyor.
Emlak sektörü ile ilgili en önemli endişelerden birisi çevre konusudur. Artan gayrimenkul talebini karşılamak için büyük bir hızla devam eden kentleşme çabaları içerisinde büyük yapıların çoğalması, aynı zamanda doğal çevre açısından olumsuz bir etki de yaratıyor. Arazi kullanımı engellenemezken, kaynakların daha iyi korunması için emlak endüstrisinde farklı taraflarca bazı çeşitli yöntemler uygulanıyor.
Bu sektörde bazı geliştiriciler ve mühendisler, daha çevre dostu işler yapmaya özen gösteriyor olsa da tüm sektörün çevre koruması ile ilgili uymak zorunda olduğu belli standartlar olması çok önemli. Çevreye karşı bilinçli olmak, araziyi ve kaynakları istismar etmeye odaklanmış olan bir işletme için çelişkili de görünse, özellikle yurtdışında çeşitli idare organları genel bir çevre standardına uyum sağlayarak çalışmanın işletmelerin işlerini elverişsiz hale getirmediğini kanıtlamıştır.
Örneğin 2007 yılında Filipinler Yeşil Bina Konseyi, bunun için BERDE isimli bir derecelendirme sistemi kurdu. Bu, Amerika Birleşik Devletleri’ndeki LEED sertifikasına benzer bir şeydi. Ancak Filipinler’de yapılan şey, standartları sivil toplu kuruluşları ve diğer yerel çevre konseyleri ile uyumlu hale getirmek için tasarlanmış bir girişimdi. Bunun ardından ulusal hükümet, “Filipinler Ulusal Yapı Yasası”nı kısmen geliştirdi. Bu yasa; çevre yönetimi ve kontrol ilkeleri ile uyumlu bir şekilde güvenli hayat, sağlık, mülkiyet ve kamusal refah konularına değiniyordu.
2015 yılına gelindiğinde Bayındırlık ve Karayolları Genel Müdürlüğü, Dünya Bankası Uluslararası Finans Kurumu ve Filipin Yeşil Bina Girişimi, Yeşil Bina Kodu adını verdikleri bir hareketi başlattı. Bu kod, belirlenen standartlar çerçevesinde bina performansının ve verimliliğinin arttırılmasını amaçlıyordu. Bu sayede zararlı gazlara karşı koymak için sağlam çevre ve kaynak yönetiminin arttırılması sağlanacaktı. Binanın yaşam döngüsünü oluşturan kaynakların etkili kullanımı, planlama, tasarım, yapım, kullanım, işletme ve bakım gibi aşamalarda maliyeti arttırmaya gerek kalmadan verimli bir şekilde kullanım amaçlanmıştı.
Maalesef bazı zorluklar daha önce bahsedilen bu standartların tam olarak uygulanmasını yavaşlatıyor. Nitelikli inşaat müfettişlerinin eksikliği, yeşil yapı malzemelerinin ve teknolojilerinin sınırlı olması ve yeşil mimari hakkındaki uzmanlığın yetersiz olması gibi nedenler bu yavaşlamanın ana sebepleri. Şu an için yeşil bina anlayışı, Filipinler’de kendi kendini geliştirmeye çalışan bir gerçek durumunda. Bu konudaki gelişmelerin hızlı bir şekilde sağlanması için geliştiriciler, üreticiler ve diğer emlak endüstrisi profesyonelleri, mümkün olan en çevre dostu olacak şekilde mülklerin inşası adına sorumluluk almalıdırlar.
Bu sorumluluk, aynı zamanda bir takım maliyetleri de üstlenmek anlamına geliyor. Çünkü halen sürdürülebilir mimari ve tasarım ile ilgili maliyetler son derece yüksek ve harcanacak olan miktar, çok uzun yılların ardından kâra dönüşebilir. Ancak öte yandan ofislerin, işletmelerin ve ev arayanların genellikle çevre standartlarını karşılamak için daha fazla para ödemeye istekli olmaları, bir nebze de olsa içimizi rahatlatıyor. Başka bir açıdan düşünürsek yeşil binalar, aslında geleceğin çevreye duyarlı olmasını sağlayarak özelleştirme maliyetlerinin düşmesine neden olacaktır.
Amerika’daki LEED sertifikasına baktığımızda, bu sertifikaya sahip olan işletmelerin kalkınma maliyetine yüzde 2-3 oranında katkı sağladığını görüyoruz. Projenin büyüklüğü ne olursa olsun, su ve elektrik gibi kamu hizmetlerinde tasarrufa giderek bu açığın kapatılabileceği görülüyor. Diğer yandan yapılan bazı araştırmalar, bu konuda sorumluluk alarak bir takım maliyetler altına giren işletmelerin, yaklaşık 5 yıllık bir sürenin sonunda geri kazanım elde etmeye başladığı ortaya çıkıyor.
Gücün kaynağı ve dağıtımı kararsız ve masraflı olduğu zaman, bir işletmenin ekonomik olarak büyümesi ve gelişmesi ne yazık ki mümkün olmuyor. Bir ülkede elektrik fiyatları yüksekse bu durum daha da zor bir hale bürünüyor. 2013 yılı verilerine göre biz pahalı elektrik ücreti konusunda Avrupa’da 22. sıradayız.
Geliştiricilerin ve bina yöneticilerinin hem gayrimenkuldeki gelişmelerin hem çevre ve kamu hizmetleri maliyetlerinin azaltılması için enerji gereksinimlerini düşürmelerine yardımcı olmak gerekiyor. Bu konuda alternatif enerji kaynaklarının araştırılmaya başlandığını görüyoruz. Güneş enerjisi, akla gelen ilk çözüm yollarından birisi. Ancak gelecek için bundan daha fazlasını düşünmeye ihtiyacımız var. Geleneksel yeşil yapı kavramlarının kullanılması, yerli materyallerin kullanılması, doğal ışık ve doğal soğutmanın arttırılması gibi konular bu ihtiyaçların içerisindedir.
Çevre konusu tüm dünyayı ilgilendiren küresel bir meseledir. Ülkelerdeki en küçük işletmelerden dünyadaki en büyük yönetimlere kadar herkes bu konuda bilinçli olmalı.